Dünya küresel ısınma ve iklim krizine çözüm ararken, eş zamanlı olarak yeni bir sınıf doğuyor: karbon aristokrasisi.
Bu sınıf, kirletme hakkını satın alabilenlerle, nefes alma hakkı için mücadele edenleri birbirinden ayırıyor.
Türkiye’de gündeme gelen İklim Kanunu tasarısı bu açıdan önemli bir dönüm noktası. Amaç, sera gazı emisyonlarını azaltmak gibi görünse de; yasa metni incelendiğinde, “yeşil dönüşüm”ün ekonomik sistemle harmanlandığı, hatta bazı alanlarda ekonomik çıkarlarla örtüştüğü görülüyor.
“Kirletme Özgürlüğü” ve “Ödeme Yükümlülüğü” Arasında Kim Var?
Yeni sistemde:
Büyük şirketler karbon kredisini alır, satar, ticaretini yapar.
Küçük üretici, çiftçi, vatandaş ise doğayı korumakla yükümlü hale gelir.
Yani karbonu azaltmak değil, karbonla kazanç üretmek asıl meseleye dönüşür.
Bu noktada devreye “karbon aristokrasisi” giriyor:
“Kimin karbon salma ayrıcalığı var, kimin yaşam hakkı vergilendiriliyor?”
İklim Adaleti mi? Yeşil İmaj mı?
Kanunun en çok eleştirilen yönlerinden biri; iklim adaletine dair somut bir plan içermemesi.
Fosil yakıtlardan çıkış, adil geçiş, enerji yoksulluğuna karşı koruma gibi başlıklar ise ya yok ya da çok yüzeysel.
Yani:
Doğa korunmuyor, pazarlanıyor.
Gelecek inşa edilmiyor, sigortalanıyor.
Yeşil dönüşüm toplumsal dönüşümle buluşmadıkça, ortaya çıkan şey eşitsizlikle kaplanmış bir sürdürülebilirlik makyajı oluyor.
Gerçek Dönüşüm Ne Olmalı?
Yeşil ekonomi, yalnızca teknoloji ve yatırım diliyle değil, vicdan ve doğa etiğiyle konuşulmalı.
Karbon ölçümü değil, doğa ile karşılıklı sorumluluk anlayışı benimsenmeli.
Her yurttaş, bu dönüşümün öznesi olmalı, yük taşıyıcısı değil.
Yapılması gereken tüm toplumu ilgilendiren bu konunun etraflıca halka doğru bir şekilde anlatılması, STK’larla görüşülmesi ve sistemin daha eşitlikçi hale gelmesi için gerekli tüm adımların atılması olacaktır.
Unutma: Atmosferde bir sınıf ayrımı yok. Ama sistem bu farkı yaratıyor.
İşte tam da bu yüzden, “karbon aristokrasisi” kavramı yalnızca eleştiri değil, bir uyarı çanı gibi yankılanmalı.
YORUMLAR