Türkiye son yıllarda siyasî tartışmaların, toplumsal kamplaşmaların ve söylem sertliğinin yoğunlaştığı bir dönemden geçiyor. Dün yaşananlar, bu gidişatın en net örneklerinden biriydi: Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin açıklamaları ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Özgür Özel ile yaşanan karşılıklı çıkışlar, siyasetin gündemini bir anda belirledi. Bu karşılıklı söylemler, siyasî atmosferin daha da gerilmesine, toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesine ve ülkenin ortak meselelerinde uzlaşının zorlaşmasına neden oldu.
Artık bir gerçeği açıkça kabul etmemiz gerekiyor: Sertleşen siyasî dil ve liderlerin karşılıklı restleşmeleri, sadece Meclis koridorlarında yankılanmıyor; piyasalarda, yatırım kararlarında, sokaktaki vatandaşın güven algısında ve geleceğe dair umutlarında da derin izler bırakıyor. Bu yüzden mesele yalnızca partiler arası çekişme değil, Türkiye’nin bütününe dair bir yön tayini meselesidir.
Kutuplaşmanın Tehlikeli Eşiği
Siyasette fikir ayrılıkları demokrasinin doğasında vardır. Ancak fikir ayrılıklarının yerini kişisel saldırıların, kurumlara güvensizliğin ve toplumsal bölünmenin aldığı noktada, bu durum artık sağlıklı bir demokrasinin göstergesi olmaktan çıkar. Son dönemde siyasî liderlerin açıklamalarında sıkça gördüğümüz “biz” ve “onlar” ayrımı, ülkeyi ortak hedeflerden uzaklaştıran en tehlikeli ayrıştırma biçimlerinden biridir.
Sayın Devlet Bahçeli ile Sayın Özgür Özel’in son günlerdeki sert açıklamaları, siyasetteki bu tehlikeli kutuplaşmanın ne kadar ileri gittiğini açıkça göstermektedir. Her sert söz, toplumsal barışın tuğlalarından birini yerinden oynatır. Her keskin çıkış, bir yatırımcının aklındaki soru işaretini büyütür. Her dışlayıcı söylem, gençlerin geleceğe dair umudunu biraz daha zedeler. Bu nedenle siyasî liderlerin kullandıkları dil, artık sadece kendi tabanlarını konsolide eden bir araç değil; ülkenin kaderini belirleyen stratejik bir unsur hâline gelmiştir.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, “kimin daha çok haklı olduğu” tartışması değildir. Türkiye’nin ihtiyacı, birbirine sırtını dönmüş kesimleri aynı masaya oturtacak cesareti gösterebilen bir siyasî olgunluktur.
Sert Siyaset – Kırılgan Ekonomi
Siyasetteki tansiyon sadece meclis tutanaklarında kalmıyor; doğrudan ekonomiye de yansıyor. Çünkü yatırımcı için en önemli faktörlerden biri, öngörülebilirliktir. Siyasetin her an patlamaya hazır bir gerilim alanına dönüşmesi, yatırım ortamını belirsizleştirir. Belirsizlik, sermayeyi kaçırır. Sermaye kaçtığında üretim durur, istihdam azalır, enflasyon ve hayat pahalılığı daha da derinleşir.
Türkiye, son yıllarda ekonomik istikrarını sağlamaya çalışırken aynı zamanda ciddi bir dış yatırım rekabetiyle karşı karşıya. Bu noktada siyasî güven ve kurumsal istikrar, ekonomik büyümenin en az faiz oranları kadar belirleyici unsurlarıdır. Kutuplaşmış bir siyaset, yalnızca bugünün piyasasını değil, yarının yatırım ufkunu da karartır.
Bu nedenle siyasî partilerin, ekonomi yönetiminden bağımsız hareket eden açıklamaların ötesine geçerek ortak hedeflerde buluşabilmeleri artık bir lüks değil, bir zorunluluktur. Ekonomi, siyasetin kavgasına değil, uzlaşısına ihtiyaç duyar.
Toplumsal Barış ve Ortak Akıl: En Güçlü Reform
Toplumsal barış, bir ülkenin en değerli sermayesidir. Barışın olmadığı yerde güven olmaz; güvenin olmadığı yerde yatırım, üretim, gelişim olmaz. Türkiye’de siyasî kutuplaşma, yalnızca siyasi elitler arasında yaşanan bir çekişme olmaktan çıkmış; sokaktaki insanın gündelik hayatına kadar sızmıştır. Aile içinde, iş yerinde, üniversite kampüslerinde bile farklı düşünen insanların yan yana durmakta zorlandığı bir iklim oluşmuştur.
Oysa demokrasiler, farklılıkların çatıştığı değil, uzlaştığı zeminler üzerinde yükselir. Türkiye’nin geleceği için en büyük reform, anayasa değişikliğinden ya da yeni ekonomik modellerden önce, ortak akıl kültürünü yeniden inşa etmek olacaktır.
Bu, yalnızca siyasilerin değil; medya, sivil toplum, akademi ve iş dünyasının da ortak sorumluluğudur. Herkes kendi penceresinden değil, ortak geleceğin penceresinden bakmayı öğrendiğinde, Türkiye yeniden güven üreten bir ülke hâline gelebilir.
Geleceğe Yürüyüş: Yapısal Reformların Zamanı
Türkiye’nin bir sonraki yüzyılı için büyük hedefleri varsa, bu hedeflere ulaşmanın yolu günü kurtaran hamlelerden değil, yapısal dönüşümlerden geçer. Bu dönüşümlerin bazı temel başlıklarını şöyle özetleyebiliriz:
• Siyasî sistemde uzlaşma kültürünün kurumsallaştırılması: Meclis’in işleyişinden seçim yasalarına kadar her düzeyde uzlaşmayı teşvik eden mekanizmalar inşa edilmelidir.
• Ekonomide öngörülebilirlik ve hukukun üstünlüğü: Yatırımcı güveni ancak şeffaf ve bağımsız kurumlarla sağlanır. Hukukun üstünlüğü, ekonomik büyümenin ön koşuludur.
• Eğitim ve insan kaynağı reformu: Teknolojik dönüşüm ve küresel rekabet çağında, genç nüfusun potansiyelini açığa çıkaracak eğitim politikaları hayati önem taşır.
• Dış politika ve diplomatik istikrar: Bölgesel iş birlikleri, yatırım çekiciliğini artırır ve Türkiye’yi küresel ekonomide stratejik merkez hâline getirir.
Bu adımlar yalnızca teknik reformlar değildir; toplumun geleceğe güvenle bakmasını sağlayacak güçlü bir zihniyet değişiminin de işaretidir.
Yeni Bir Siyaset Dili, Yeni Bir Gelecek
Bugün geldiğimiz nokta, artık sadece siyasî bir tartışma değil, tarihî bir kavşaktır. Türkiye, ya gerilimin ve kutuplaşmanın dar çemberinde kısır döngüye mahkûm olacak ya da uzlaşı, güven ve ortak akıl ekseninde yeni bir yüzyılı inşa edecektir.
Sert söylemlerin gölgesinde büyüyen bir ekonominin sürdürülebilir olması mümkün değildir. Kutuplaşmış bir toplumun geleceğe umutla bakması mümkün değildir. Ancak siyasî liderlerin sorumluluk bilinciyle hareket ettiği, birlik ve beraberlik mesajlarını güçlendirdiği, ortak akıl ekseninde buluştuğu bir Türkiye’de ekonomi de daha hızlı toparlanacak, yatırım ortamı güçlenecek ve toplumun refahı artacaktır.
Bugün siyasetin en önemli görevi, kavgayı değil çözümü büyütmektir. Farklı fikirlerin düşmanlık değil zenginlik olduğunu hatırlatmak, bu ülkenin çocuklarına bırakacağımız en büyük miras olacaktır.
Halil Gökmen Atılan
